25 Mart 2016 Cuma

Hayat-Memat Hakkında Bazı Mülahazalar

Haşimyen okumalar (I)

Eskiden bir yazıya başladığımda üzerinde uzun süre uğraşır, yorulur, bittiğinde ve “paylaştığımda” bunca zahmete değdiğini düşünürdüm. Şimdi benzer bir şeyler yazmaya başladığımda “ne gerek var?” diyorum, “bunca uğraşmaya etmeye değer mi?” Evveliyatta sadece benim umurumda olması yeterliydi. Şimdi o da değil. Haftalardır, aylardır işte boş boş ekrana yahut karşıdaki otele, virane evin duvarlarına, aradaki gökyüzüne bakıyorum.

Ne oldu da, hayatta en sevdiğim işten de vazgeçer hale geldim, bunu soruyorum. Şarkı söylemeyi, hatta dinlemeyi bıraktım. Maç izlemelerim nadir hale geldi. Stada gittiğim yok. En son futbol oynamaktan da keyif almamaya başladım. Yazmasam deliririm diye bir kanaatim de yok. Hayatımda şunu yapmazsam şöyle olurum dediğim hiçbir şey yok daha doğrusu. (Anlatmasam ölür müyüm?Belki.) Ama sanırım nasıl yazmak, herhalde buna kafa yormak yahut yormamak adına biraz zamana ihtiyacım var. Çevremde yazdıklarımı okumayıp daha sık yazsana diyenlerin sayısı da azaldı. Etrafta bu kadar ölüm, kalım varken herkesin ana meşgalesi haliyle hayatta kalmak.

Bazen savaşlardaki yazarları, şairleri falan düşünüyorum. Milyonlarca insan ölüp giderken, sembol, biçim, öz üzerine falan oturup nasıl konuşmuşlar. En kıymetli eserler de bu zamanlarda yazılmış. Derdim, iyi edebiyatın metnin müşkül zamanlarda ortaya çıktığı klişesine başvurmak değil. Daha çok Çanakkale Savaşı’na yedek subay olarak katılan fakat bundan tek satır bahsetmeyen Ahmet Haşim gibileri anlamak istiyorum. Burada evveliyatta naklettiğim gibi, dönüşünde kendisinden hamasi edebiyat bekleyenlere “Benden kahramanlık neşidesi mi bekliyorsunuz? Onu da her şey olup bittikten sonra izzet ve ikram ile Çanakkale’ye davet edilen şairlerden dinlersiniz" diyen birini. Bir imparatorluk çöker, insanlar hayatlarını, evlerini, komşularını kaybederken, bir inkılap hâsıl olmuş ve tüm âdetler değişmeye maruz bırakılmış iken bu insan şiirini musiki üzerine nasıl kurabilmiş. Buna nasıl kafa yorabilmiş? Bunu olan bitenden kendini edebiyata çekmiş, sığınmış gibi açıklamanın yapılanı ucuzlattığını düşünüyorum.

Şimdi siyasetle, kamplaşmayla, ölümle, kalımla, çok haklılıkla donanmış hayatlarımızda yazılmaya okunmaya değer olan nedir sorusuna geçiyorum. Güneycephesi’nin kadim okuyucuları şimdiye kadar hâlâ latife etmemiş, alttan alta birilerini iğnelememiş olmamın şaşkınlığı içindeler, bunun farkındayım. Bu şekilde yazmamın nedeni kesinlikle bir arkadaşımın bana Gülse Birsel’in yazısını gönderip, "abi okurken aklıma sen geldin" demesi değil.

Evden çıkıyoruz birileri ölüyor, eve giriyoruz bir başkası. Hiçbirini şahsen tanımıyoruz ama hepsi dost, arkadaş. Bağlandığımız yüce insani değerler halkasının parçaları. Bu düşüncelere ne zaman, nasıl bağlandık, kimler üzerimizde etkili oldu, bunun tam bir cevabını vermek zor. Bu kamplaşma neticesinde eski dostları görmeye görmeye, onlarla eski samimiyetle konuşmaya konuşmaya çekildiğimiz yeni alanlarda çok haklı ve çok üzgünüz. Artık o çemberin dışında bir laf etmeye de çekinir haldeyiz. Bir de bu dostları kaybedersek artık insanlığın hangi köşesiyle iletişim kurabiliriz ki? Burada insanlıktan kasıt, “humanity” değil (Giderek Hasan Bülent Kahraman gibi yazmaya başladığımın farkındayım). Kastım, Haşimyen bir “insani âdâb”. Bir terbiye. Saiklerimde belirleyici olan şey yani. “Bu yaptığın insanlığa sığar mı?” sorusundaki insanlık. “İnsanlıktan çıkmak”taki insanlık.

Yeni bir nefes alma biçimine ihtiyacım(ız) var. Öyle kendimizi parklara, bahçelere atarak değil. Hakikisine. 

Bu husustaki görüşlerimi bildirmeye devam edeceğim. 
                                              
                                                                                                25 Mart 2015, Şişhane 

Hiç yorum yok: