20 Şubat 2011 Pazar

Dünyamızı yok etme raddesine getiren atom savaşı neden çıktı biliyor musunuz?

İbrahim Üzülmez, gözlerinin önüne düşüp orta yapmasını engelleyen saçları yüzünden Afgan tazılarını kıskandıracak deparlarını bunca yıl güzel bir ortayla süsleyemese de, bir futbol efsanesi olamasa da, eğer aşk emek ise onun en güzel 100 metresini koşmuş bir abimizdir. 70’li yılların tabiriyle “proletaryanın takımı” Beşiktaş’tan def edilmesinin nedeni, sürekli gaz sızıntısından etkilenmiş bir yüz ifadesiyle arz-ı endam eden Demirören’in belirttiği üzere “artık bir dünya kulübü olan Beşiktaş’a yakışmayan bir harekette bulunması” imiş.

Saygıdeğer basın mensupları, yazımızdaki önder savımız bu “artık”lık mevzusu üzerine kurulmuştur.

Artık bir dünya kulübü olunduğu inancını başkanın böğrüne yerleştiren şeyin çeşitli milyon dolarla transfer edilen İber yarımadalı oyuncuların varlığı olduğundan şüphe eden birkaç kişiyle İstiklal Caddesi’nde göz göze geldik, sonra telefonlarımızı alıp “mutlaka görüşelim” diyerek birbirimizden uzaklaştık.

Başkan parası neyse vermiş, havaalanındaki flaş transfer kapısından yurda soktuğu futbolcularla ülkemize çağ atlatmıştı. Biz birkaç sene öncesine kadar “Avrupa Avrupa duy sesimizi!” diye götünü yırtan memleketin evlatları değildik. Zaten güzel ülkemiz de her şeyin en gutilisine layıktı, onu ne galaksiler istedi de biz vermedik.


Sorun sende değil bende İbrahim bunu biliyorsun,
sen aslında çok iyi bir insansın.



Zamanında antrenmanda koşmuyor diye kendisini uyaran arkadaşına “Oğlum koşsam burada işim ne? Gider Real Madrid’de oynarım. Sen koş ben yavaş yavaş geliyorum” diyerek topu uzanamayacağımız köşeye gönderen Prekazi nazarımda büyük bir evliyadır, memleket kütüphanelerinin tozlu arşivlerinde saklanan bu gizi defalarca diz üstünde sektirip yere düşürmemiş bir feylesoftur. Çünkü hazret bu memleketi her şeye rağmen yeni bir yıla daha, büyük bir coşkuyla Taksim Meydanı’nda sokturan şeyi öğrenmişti.

Prekazi, bizim kendi gerçekliğimizi yarattıktan sonra ona bir güzel inanıp, yan etkilerinden de kurtulmaya hiçbir zaman yanaşmadan hayatlarımızı sürdürdüğümüzün, yüzyıllar boyu birbirimizden gaz alıp verdiğimizin farkındaydı.

(Hangi birini anlatsam bilemiyorum muhabbetine girmeden önümüzdeki maça bakalım.)

Zamanla öyle bir dolduruşa geldik ki yıllardır İstiklal’in göbeğine diktiği barok gökdelen ile Ağa Camii’nin imamına kendi sesinin nasıl bir şeye benzediği unutturan büyük başkan, 11 yıldır top toplayan çocuk saflığıyla takımına hizmet veren kaptanını “Artık dünya kulübü olduk ya İbrahim!” diyerek direkt kırmızı kartla tribünlere gönderebildi.

Avrupa Birliği ile “genleşmeden” sorumlu bakanımız, kendisine yumurta atan gençlerle ilgili olarak açtığı davanın düşmesi üzerine, “Dava oldukça yararlı oldu, umarım bundan sonra herkes protestolarını AB prosedürlerine uygun yapmayı öğrenir” derken yakıtı Demirören ile aynı yerden alıyordu. (Hafız, birliğe girdik de bize mi söylemiyorsun? Nikâhı aile arasında kıydınız da sadece yakın akrabalar mı biliyor? Polisten bir de bu eylem AB prosedürlerine uygun değil diye mi dayak yiyeceğiz?)

Bu gazla üretilen şanlı tarih, resmi tarih, padişahlar albümü, Atatürk heykelleri, Avrupa zaferleri, lider ülke Türkiye tahayyülleri, beynimizin sadece hipergerçekliğe çalışan lobunun ürünleridir. Bunlar olmasa asıl o zaman buralar yaşanmaz hale gelir; öyle Amerikalara İsveçlere neyim gidenlerimizin özledikleri de budur. Bir gün gaz sıkışmasından bir memleket helak olacaksa orası Türkiye’dir.

Demirören’in gaz şirketlerinin depoları kadar geniş kendisi kadar havadan cıvadan bir haldir bu. Kendin pişir kendin ye sınırlarını aştıkça kolesterol yükselir.

Milan diye bir gaz türü var mı diye çok araştırdım ettim, az önce Atatürk Kitaplığı’na gidip yanaklarına Flash TV allığı sürmüş  ablamıza da sordum, raflarda yok ama depoya bir bakalım dedi. Ben anlamam kardeşim, öyle bile olsa şirketinin adını Milangaz koyan adamın artık bir “dünya demiröreni” olduğuna inanırım ben. (Polat başkanın da mektepli olmayanların katlinin vacip olduğu “gassaray” camiasına girmek için oteline rönesans adını koyması da bir “burhan altıntop sendromu”dur)


dünyaa güzelleri Cüneyt ve Aytekin

Dünyayı Kurtaran Adam‘ın sonuna doğru şöyle bir felsefik sohbet geçer:
Cüneyt: Dünyamızı yok etme raddesine getiren atom savaşı neden çıktı biliyor musun?
Aytekin: Neden?
Cüneyt: İnsanlar çok ciddiydiler. Fazlası can sıkar.


Ben de onu diyecektim Yıldırım, sen bizi bilmezsin de biz senin babanı da cemaziyülevvelinizi de biliriz. Şimdi senin şirketlerinin acar insan kaynakları heyeti de son derece ahlaki bir şekilde onca emeklerini hiçe sayıp gereğince profesyonel olamadıkları için çalışanlarını kapının önüne koyuyordur. Biz parayı senin gibi havadan kazanmıyoruz sayın başkan. Bu kadar ciddiyet seni bozar, bırak öyle şeylerle Steve Jobs falan uğraşsın. Bu kadar hipergerçekçi olma.

Kırklar makamından 'çinçin bebeliği'ne rücu eden Ümit Özat
bir meydan muharebesindeyken. 
İbrahim bu sözüm de sana. Yıllar önce bu sahalarda top koşturmuş bir adam vardı, Ümit Özat diye. Şampiyon olduklarında kendisine uzatılan ilk mikrofona, “Öncelikle yedek oyunculara çok teşekkür ediyorum, bizi idmanlarda bu kadar iyi hazırlamasalardı, şampiyon olamazdık” şeklinde "prekazivari" bir demeç vermişti. Sonrasında bu abimizi Ankara’nın Gökçekleri ile hemhal bir şekilde Ankaragücü maçlarında adam döverken, önüne gelene söverken seyrettik. Birini kendine örnek almak istiyorsan bu Fatih Terim değil Şenol Güneş olsun. Sakın ha! Yazdıkça yazasım geliyor, kâğıdı yedirtme bana.



Hiç yorum yok: